Cumhuriyet dönemi edebiyatımızın en özgün şairlerinden biri kuşkusuz… Doğduğu Erzincan’dan yurdun neredeyse her köşesine ve Paris’e uzanan kısa yaşam serüveni içine maliye müfettişliği, darphane müdürlüğü gibi “şiir dışı” görevleri de sığdırmıştı. Fakat o her zaman “temel işi” olarak şiiri gördü. Gördüğü yerlerin insanların ve olayların şiirini yazsa da kimi zaman bir imgenin peşinden koşarak da yazdı. Sözgelimi Kars adlı o müthiş şiiri:
“Öyle güzel ki ölürüm artık/ Beyaz uykusuz uzakta/ Kars çocukların da Kars’ı/ Ölüleri yağan karda/ Donmuş gözlerimin arası…”
İzmir’de bir gün, Kars’ı görmeden yazdığını öğrenmiştim bu şiiri ve çok şaşırmıştım… Fakat demişti, şaşkınlığımı görünce; Göçebe’yi yazarken Kars’taydım…
Yalnızca şiirleriyle değil, denemeleri, eleştirileri ve dergiciliğiyle de çağdaş edebiyatımıza yapıtlar kazandırmakla kalmadı, ona yön de verdi. Özellikle, çocuğu olarak nitelediği Papirüs dergisiyle edebiyatımıza yeni çizgiler, taze renkler kattı. Yeri gelmişken söyleyeyim, bu dergiyi Ülkü Tamer’le birlikte çıkarmışlardı ve Ülkü Tamer, ölümünden birkaç hafta önce Cemal Süreya’ya ithafen bir şiir yayımlamıştı Broy Dergisi’nde; “Atlas Okyanusunda Fırat’ın Salı”. Bu şiir yayımlandıktan çok kısa bir süre sonra da onu kaybetmiştik. Cenazesinde Muzaffer Buyrukçu demiş ki Ülkü Tamer’e “Onu çok mutlu ettin biliyor musun, şiirin fotokopisini hepimize dağıttı.” O inanılmayacak ölçüde utangaç ve naif bir insandı; bazı şiirlerini andıran… Hiç unutmam bir gün yine İzmir’de bir meyhanede yan masadan bir “ufak” göndermişlerdi masamıza “mavi sakallı şair için…” notuyla. O, saç teline kadar kızarmış ve “Bir şairin şahsen tanınması iyi değil galiba…” demişti utanarak.
Cemal Süreya, İkinci Yeni adının henüz konmadığı zamanlarda (Biliyorsunuz “İkinci Yeni” adını Muzaffer (İlhan) Erdost, Ankara Postası’nda yazdığı bir yazıda ilk defa dillendirmiş, ardından Sivas yitiğimiz, denemeci Asım Bezirci daha da derinleştirmişti…) şairlerin birbirlerine öykündükleri dönemde, başka şairleri de çok etkileyen bir edebiyatçı olarak belirdi. 1953’de “Hamza Süiti”, “Şarkısı Beyaz” gibi şiirlerle, alışılagelmiş ve belki biraz da “Garip”çilerin” tekrara düşürdüğü modern şiirimizde yeniden bir yenilenmenin olanaklarını sundu. Sonra 1954’te yayımladığı “Gül”, ‘Güzelleme’, ‘Aşk’ gibi şiirleri onun sarsıcı bir şair olduğunun açık kanıtıydı. Kanımca şiirimizde Nâzım’la başlayan modernleşme hareketleri, Birinci Yeni ve ardından ikinci yeni ile bu süreci büyük oranda tamamladı. Büyük oranda diyorum çünkü şiirin iç depremleri asla dinmez ve bir kuşağın nefesini bir diğer kuşağa ulaştırmaya çabalarken şiir, daima yenilenerek yoluna devam eder…
Elbette şiirde yeni şeyler yapmak, “Yeni bir şey yapacağım” demekle olmuyor, çoğu zaman öncesini koruyarak bir yenileşmeyi sağlamak mümkün olabiliyor. Sözgelimi o, Garip şiirinin yalınlığını koruyarak o yalınlığı zenginleştirdi ve şiirin dilini, doğal olarak da Türkçenin olanaklarını genişletti. “Türkçeden bir kıl kopar; içinde güneşler, dünyalar, ırmaklar vardır” diyordu. O her zaman derinlikli bir Türkçenin, güneşlerin, dünyaların, ırmakların peşinde dolaştı, peşinde geçirdi ömrünü.
Kolaycılıktan hep kaçındı. “Alışılmış”la ilgilenmedi. O zamanlar çok âşık olduğu Zuhal’e “Güvercin kadınım” dermiş, herkesler gibi olmasın diye “Üvercinka” diye çoğalttı bu seslenişi ve kitabına ad yaptı sonradan… Nedense bu Üvercinka adı bende her zaman Picasso’nun “Guernica”sını çağrıştırır. Hani 2. Dünya Savaşı’ndan sonrasını anlattığı o ünlü tabloyu. Dünyanın renkleriyle, Türkçe bir söz söyleyerek buluşmak, az şey mi bu? Üstelik sözcüğü ekleminden kırılırken, neyin, nereye, niçin yapıştırılacağını derin bir sezgiyle bilerek… Üvercinka! Guernica!
Şaşırtıcı bir imge düzenini, dizginleri bırakılmış düş gücünün çağrışımlarını yadırganmayan bir anlatım içinde verdi. İkinci Yeni’nin diğer şairleri arasında kendi sesini hemen buldu, kişiliğini koruyarak o sesi hep geliştirdi. Bunun için ki Sevda Sözleri firesiz şiirler toplamıdır.
Şiirlerinde ilk göze çarpan, aşk ve cinsellikti: “Erotik bir şiirdir benimki. Sanırım en belirgin özelliğim budur. Dipte tarih içinde uygarlık ve varolma sorunu tartışılır” dese de insanlarının dertlerinin ortağı oldu. 2000’e Doğru dergisinde yazdığı yazılar, edebiyatımızın en özgün ve önemli yazıları ve portreleridir… Yazık ki kaba Marksistler ve toplumsalcılığı salt teori sanan kimi şairler O’nun Kazak Abdal’dan, Kaygusuz’dan, Dadal’dan alıp dönüştürdüklerini görmediler, belki de anlamadılar. Bilmem ki bir vakitler olduğu gibi, onu hâlâ “teslimiyetçi” olarak düşünenler var mıdır günümüzde?
Cemal Süreya hem Batı şiirini hem de Türk şiirini derinliğine özümsemişti. Ülkü Tamer’in dediği gibi “Atlas Okyanusu’nda Fırat’ın Salı, Zap Suyu’nda açan Alp çiçeği” idi bu yurdun. Dünya şiirinin olanaklarından yararlanırken özünü hep önde tutmuştu. Bunun için ki Yunus Emre’ye “Türkçenin süt dişi” dedi.
Her sözü ve davranışından çokça şeyler öğrenilen güzel bir adamdı. Hep şiir düşünür, çok şiir konuşurdu. Mavi sakalları en çok da şiire yakışırdı. Bilmem ki mavi sakalından şiir akıyor mudur hâlâ?