Türkiye İnsan Hakları Kurumu Vakfı (TİHAK), 10 Aralık 1948’de kabul edilen BM İnsan Hakları Bildirgesi’nin ışığında ‘İnsan Hakları’nın Durumu’ konulu yazılı açıklama yaptı.
TİHAK yaptığı yazılı açıklamada şunları kaydetti:
“BM İnsan Hakları Bildirgesi 10 Aralık 1948 yılında kabul edildi. Dönemin duygu, düşünce iklimini olduğu gibi yansıtır Bildirge. Hazırlanışında ve oydaşlıkla kabulünde başlıca iki faktörün etkisi olmuştur: Art arda gelerek tahammül edilmez trajedilere ve milyonlarca yaşama mal olmuş dünya savaşlarının bir daha yaşanmaması arzusu ve aynı zamanda, insanlığın yaşanan felaketlerden ders alıp savaşsız bir dünyayı nihayet inşa edebileceğine dair yaygın umut.
“KARAMSARLIĞA İTECEK OLAYLARIN YAŞANDIĞINI GÖRÜYORUZ”
Bu umutla Bildirge, insanların ırk, renk, cinsiyet, din, dil, siyasal ve toplumsal kökenine bakılmaksızın, özgürce, hakça yaşayabileceği savaşsız bir dünya öngörüyordu. Hiçbir kişi, ülke ya da gruba özel ayrıcalıklar tanınmayacağını da ilan ediyordu. O günden bu yana 74 yıl geçti. Ve bu zaman aralığında yaşanan gelişmeler beklenen gibi olmadı bugün aynı şekilde insan haklarının konusu olacak bütün meselelerde umudu yeşertecek gelişmeler değil insanı karamsarlığa itecek olayların yaşandığını görüyoruz. Ülkemiz ve dünyada 74 yıl öncesine göre, daha geniş yığınlar açlık, yoksulluk, hastalık içinde, eğitim ve barınma olanaklarından yoksun yaşamakta.
“SAVAŞLAR İNSANLARI YIKIMA SÜRÜKLÜYOR”
Geçmişte emperyalistlerin paylaşım arzusu nasıl büyük savaşlara yol açmışsa bugün yine emperyalist proje ve programların ürünü bölgesel savaşlar insanlığı gün be gün yıkıma sürüklüyor. Bu savaşların kan ve ateşiyle, açlıkla, kıtlıkla sınanan milyonlarca insan yaşamını kaybederken on milyonlarcası ise yerinden yurdundan edilmiş, yollara dökülmüş biçimde çaresizlikle gidecek yer aramakta. Bugün insan hakları mücadelesini yürütenlerin belki de artık dikkate alması gereken gerçek, yaşadığımız bütün bu sorunların tek başına olmasa bile esas itibariyle mevcut sistemin ürünü olduğunu görmemizdir. Özellikle son birkaç on yıldır siyasete, ekonomiye hakim olmuş bir burjuva yaklaşımın, neoliberalizmin diğer sosyal demokrasi gibi yaklaşımları geriye iterek dünya çapında hakimiyetini ilan etmesinden sonra her alanda bir kötüleşmeyle karşı karşıyayız. Bir avuç azınlık, insanlığın emeğinin ürünü olan zenginliğin çok büyük bölümüne el koymuş durumdadır. Ve bu orantısızlık, gelir dağılımındaki bozukluk giderek daha da artmaktadır. Küçük azınlığın muazzam çoğunluk üzerindeki bu hak gasbını zaten demokratik ve insan haklarına uygun bir sistem içinde yapabilmesi imkansızdır.Yaşadığımız kötüleşmenin en önemli nedenlerinden biri budur.
Bu insanlık dışı hastalıklı yaklaşım, yine insan zekasının ve emeğinin ürünü olan teknolojik gelişmeleri kendi kötülüklerini derinleştirmede ve yaymada bir silah olarak kullanmaktadır. Yaşadığımız teknolojik gelişmeler nedeniyle tarihte ilk kez egemen güçlerin insan emeğine olan ihtiyacının ortadan kalktığını dahi görmekteyiz ya da bu güçlerin böyle düşündüğünü duymaktayız.
“YENİ DÖNEME GİRMİŞ BULUNUYORUZ”
Şimdiye kadar var olan sistemler sömürüyü esas alsalar dahi insan emeğine ihtiyaç duyuyorlardı. Fakat yaşadığımız gelişmeler sonucunda dünyaya hakim olan bu yeni kavrayışın giderek insan varlığını dahi fazlalık olarak gördüğü yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bu artık bir komplo teorilerinin konusu olmaktan çıkmıştır. İnsanlığın tasfiyesine ilişkin niyetler pandemi ve buna benzer salgın ve savaşlarla ve pervazsızca yapılan açıklamalarla insanlığın büyük somut sorunu haline gelmiştir.
İnsan hakları mücadelesi sürdürenler, tekil konular üzerinde yoğunlaşıp meselenin özünü gözden kaçırmamak zorundalar. Elbette tekil konularla ilgimizi sürdürmeliyiz, bu insan hakları mücadelesinin doğası gereğidir. Ama insanın kendisi bilfiil böyle bir tehdit altında iken, bunu görmezlikten gelen bir tavır içinde olamayız. Hakim sınıfların en büyük başarısı, ilgi ve dikkatimizi hep tekil sorunlar üzerinde odaklayarak işin özünü yani bütün bu kötülüklerin başta gelen müsebibi sistemin kendisini gözden kaçırmamızı sağlaması olmuştur.
“BU KABUL EDİLEMEZ”
Bunu da; ideoloji, kültür, bilgi üretimi ve bunları yayma araçları üzerindeki mutlak hakimiyetleri sayesinde başarmışlardır. Öyle ki, birbirleriyle hemen her konuda didişen, kavga eden ama sisteme dair özlü tek eleştirisi olmayan iktidar-muhalefet denklemine mahkum edildi insanlık. Sadece ülkemizde değil dünya genelinde… Yalnızca ekonomi, siyaset anlayışları açısından değil, insan hakları mücadelesi açısından da geçerlidir tek düzelik.
İnsan hakları mücadelesi veren kurum ve kuruluşları fonlayarak, kendi arzuları doğrultusunda faaliyet gösterenleri öne çıkararak kamuoyu önünde tanınır kılarak mücadeleyi tıpkı siyaset alanında olduğu gibi istedikleri sınırlar içine çekmişlerdir. Bu kabul edilemez. Geldiğimiz noktada artık içine hapsedildiğimiz çemberin parçalanması insanlık için varoluş sorunu haline gelmiştir”